Street, by Onat Kutlar
It was a street humming with the memories
of the cypress trees in a ceaselessly changing city.
On the top of high, ash gray buildings, the afternoon
would hit with a yellow light on the dull and silent
crater ponds of windows
Elderly would sit there, dusty pincushions and the fall
would rake the sepia voidness on their faces
with the awry rains of the pale seagulls
It would plant the seeds of death to their bellies down there
in the streets of mold-colored rivers that sell
coffee and anise flowers, blended with a scent of filth
there would be competent frogs
pleasure panderers and smugglers of history
Ladies with rumpled roses would pass by
young Lydian-silver ladies waiting to be noticed
on the cobblestone paths
that are renewed over and over again
Sometimes with the sail of bloody flags
dockworkers' galleys would go to the first-aid
Siren sounds would leave blurry marks
on the granite memory of the doormen from Sivas
At the hours that the daily work is over - I mean the nights
the street would operate like a brothel
on the walls of the houses facing both the sea and the hookers
the Marine regulars would write the history of an arabesque battle: Love
The purple razor of large banknotes would change hands
at the gates, shaking and deeply
It would slit the walls of the feudal times
and reach the feet of the morning
That was the source of the idle kids the dustmen of life
kids from the East with their plastic shoes and their arms
clinging to the warmth of a dead mother
They would sweep the leftovers of the night
The humble people would sew the city's cloth
with the pale needles of the sunrise
and the day would start
I loved you there
Right at the point that connects the street to the sea
time would braid the hair of the days between the night and rainbows.
Your tender curious docile heart
would show its family tree to a wild wizard
with a grass song, from the blood river there
I pulled out the wine of the future and gold from the flaming days
I pulled out a poem from the unbloomed leaves of your beauty
a river in the midst of the steppe a sky at the bottom of a pit
a breeze of freedom from the yards of prisons
Don't forget, when I cease to exist, when the city changes
and when the land of words granted to you by a poor man
those days disappears
there will only remain an infinite and nameless sea and a pine tree
kissing my waters.
Sokak, Onat Kutlar
Durmadan değişen bir kentte selvilerin
anılarıyla uğuldayan bir sokaktı
Yüksek ve külrengi yapıların tepesinde ikindi
sarı bir ışıkla vururdu pencerelerin donuk ve sessiz
krater gölcüklerine
Orada yaşlılar otururdu tozlu iğne yastıkları ve güz
sararmış martıların eğri yağmurlarıyla gelir tarardı
yüzlerinde unutulmuş sepya boşluğu
Karınlarına ölümün tohumlarını ekerdi aşağılarda
hafif bir lağım kokusuyla karışık kahve
ve anason çiçekleri satılan
küf rengi ırmakların sokağında ehliyetli kurbağalar
safa pezevenkleri ve geçmiş kaçakçıları
Arada inatçı arnavutların
durmadan yenilediği kaldırımlardan
gülleri örselenmiş kadınlar geçerdi farkedilmeyi
bekleyen erken kararmış lidya gümüşleri genç kızlar
Kanlı bayrakların yelkeniyle arada
tersane işçilerinin kadırgaları geçerdi ilkyardıma doğru
Siren sesleri sivaslı kapıcıların granit belleğine
bulanık izler bırakırdı
Günlük işlerin bittiği saatlerde yani geceleri
sokak bir kerhane gibi işlerdi bahriye gediklileri
denizi ve orospuları aynı anda gören evlerin
duvarına arabesk bir savaşın tarihini yazarlardı: Aşk
Binliklerin mor jileti çalışırdı kapılarda titreyerek ve derin
bir yarıkla açarak feodal zamanın surlarını
sabahın eteklerine ulaşırdı
Oradan başıboş çocuklar çıkardı yaşamın çöpçüleri
doğulu çocuklar plastik ayakkapları ve kendi gövdelerindeki
ölü ana sıcaklığına sarılan kollarıyla
süpürürlerdi gecenin artıklarını
Solgun iğneleriyle ilk ışıkların dikerdi ağırbaşlı halk
kentin zarını yeniden ve gün
başlardı
Orada sevdim seni
Sokağı denize bağlayan geçitte orada
geceyi gökkuşağına bağlayan günlerin saçını hızla örerdi zaman
Sevecen sorgulu uysal yüreğin
bir çimen türküsüyle açardı soyağacının gizli bahçelerini
çılgın bir büyücüye, orada kan ırmağından
geleceğin şarabını çıkardım ve yanan günlerden altın
bir şiir çıkardım güzelliğinin kapalı yapraklarından
bozkır ortasında ırmak kuyu dibinde gökyüzü bir özgürlük
esintisi zindanlarin avlularindan
Unutma ben yokolunca değişince kent ve bir yoksulun
o günlerden
sana bağışladığı söz ülkesi yitip gidince
sonsuz ve isimsiz bir deniz kalacak bir de çamağacı
benim sularımla öpüşen.