Okul belasından kurtulmam vesilesiyle, Türkiye’ye her gidişimde yanımda getirdiğim bir valiz dolusu Türkçe kitaba girişmeye karar verdim. Nispeten hafif bir şeyler okumak istediğim için Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara romanını aldım ve bir çırpıda okuyuverdim. Gözüme çarpan birkaç noktayı tartışmak, bana düşündürdüklerini yazmak istedim.
Roman üç bölümden oluşuyor. Baş kahraman Selma Hanım’ın üzerinden ilk bölümde milli mücadele dönemini, ikinci bölümde 1930’ların başının Ankara’sının sosyal ve siyasi hayatını, üçüncü bölümde ise ütopik bir Ankara’yı, Türk devriminin başarıya ulaştığı bir dünyayı görüyoruz. Selma Hanım her bölümde başka bir kocayla evli. Bu kocalar üzerinden ilk bölümde siyaset ve askeriyeyi, ikinci bölümde cemiyet hayatını, üçüncü bölümde sanat ve spor dünyasına bakış atabiliyoruz. Selma Hanım’ın eşlerinden dilediği gibi ayrılması, milli mücadele döneminde hastanelerde hemşirelik yapması, Binbaşı Hakkı Bey’le başbaşa at gezintilerine çıkması gibi kısımlar üzerinden feminist bir okuma yapmak da mümkün, ancak Selma Hanım’ın ilk eşi Nazif Bey Sakarya Savaşı sırasında Kayseri’ye kaçmak isteyince eşinden soğuyup Binbaşı Hakkı Bey’le evlenmesi, keza Ankara’daki ilk evlerindeki ev sahibinin eşlerini (1. çok eşlilik) dövmesini (2. aile içi şiddet) “plot device” olarak kullanması bu feminist okumaya halel getiriyor denilebilir.
Lakin benim eleştirim aslen başka bir sebepten: Ben bu romanın içine giremedim. Zar zor seçilebilen olay örgüsünden midir yoksa buram buram sezilen didaktizmden midir, bu romanı kurguya inanarak, kapılarak değil, tarihi bir vesikaymışçasına okudum. Zamanının bir ürünü, erken cumhuriyet döneminde siyasetle de haşır neşir olmuş birinin Türk devrimine dair hislerini, hayal kırıklıklarını, ve nihayet umutlarını anlattığı bir eser olarak ilginç. 1934’te, yani vekillikten istifa edip elçiliğe (bir nevi sürgüne) gittiği yıl çıkması bu açıdan ilginç, belli ki romanın ikinci bölümü Yakup Kadri’nin Ankara gözlemlerini karikatürize edip sunduğu bir bölüm. Üçüncü bölüm ile ilgili olarak da, belki de Yakup Kadri’nin kitabın otuz yıl sonraki baskısına yazdığı önsöze bırakmak en iyisi olacak:
Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi, o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat, biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.
Yakup Kadri’nin bu hüsranına kahrolmamak, hele ki güncel Türk siyasetine dair umutlarımızın on yıllarca, tekrar tekrar kırıldığı bu çağda, mümkün değil.
Şu pasaj da dikkatimi çeken yerlerden:
İşte, Selma Hanım’ın aklına, Türkiye’nin sanayileşmesine dair, Neşet Sabit’in de bir roman yazması fikri bu filmlerden birini seyrederken geldi. Maddenin, insan elinde bu şekilden şekle girişi, adeta canlanıp, şuurlanıp muttasıl istihale ve tekâmül eden bir uzviyet halini alışı ona hayret verici bir fantasmagoria gibi geldi. Makinalar, idrak ve irade sahibi mahluklar gibi işliyordu ve bunların yaradanı olan insan, eşya ve tabiat üstündeki hükmünü bunlar vasıtasıyla yürütürken mukadderatının en yüksek mertebesine erişmiş görünüyordu. Göz alabildiğine köpüklenmiş bir deniz manzarasını andıran pamuk tarlalar, bunların küçücük kavuklara benzeyen kozaları, bunlar arasında dolaşan ve bunları toplayıp küfelere yerleştiren köylülerin neşeli şarkıları; bunlar sıra sıra vagonlar içinde fabrikalara doğru seyahatleri bir rüstaî neşidenin ruha ferah veren epizotları idi….
Selma Hanım, Neşet Sabit’e bundan bahsedince genç adam:
“Niçin olmasın?” dedi. “Çalışmanın bir derecesi destani bir şeydir. Roman da bir nevi destan demektir. Homeros’un Odysseia’undan, Tolstoy’un Harb ve Sulh’una kadar bütün büyük romanların mevzusu ya insanlarla insanlar arasındaki, ya insanla tabiat arasındaki ya da gene insanla kaza ve kader beynindeki muharebe ve mücadelelerdir. Türk milleti destanının ilk sayfasını kapadı. Şimdi, tabiatla, yani kaza ve kaderle mücadelesine başladı. O her zaman kahramandır ve bunu da kahramanca yapıyor.”
Yakup Kadri’nin Türk devrimine olan inancı, onu insanla insan arasındaki mücadeleyi bitirme kudretinde görmesi bugünün şartlarında fazla iyimser, nitekim kendisi de son bölümdeki Ankara’nın ütopik olduğunu itiraf ediyor. Halbuki gerçekte çok partili demokrasinin dertleri, sermaye, dini örgütler, terör örgütleri ile mücadele bitmek bitmedi. Yakup Kadri on yıl dolmadan gelecek büyük savaşı ve oluşacak iki kutuplu dünya düzenini belki tahmin edemezdi, ama eminim “bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum” derken Neşet Sabit’e mübalağa ettiriyordu.
(Her ne kadar bu örnek basit de olsa) Yakup Kadri’nin burada Neşet Sabit’e Odysseia’sından örnek verdirmesi (ve başka yerlerdeki Yunan ve Hint mitolojisi ve tarihi göndermeleri) de dikkatimi çekti. Meğer Yakup Kadri Nev-Yunanilik denilen bir akıma mensup imiş. Acaba Mavi Anadoluculuk ve Nev-Yunanilik arasında nasıl bir ilişki vardı, bu kişiler birbirlerinden ne kadar etkilenmişlerdi, dönemin eğitim (ve çeviri) politikaları üzerine bu kişiler ne kadar söz sahibiydiler, bu konulara fırsat bulunca eğilmek gerek.
Yine üçüncü bölümde Yakup Kadri, ütopik Türkiye’sindeki işçilerin durumunu Neşet Sabit’in gözünden şöyle anlatıyor:
Türk işçileri, Türk mühendisleri, Avrupa’daki arkadaşları gibi bedbaht da değildiler. Eski Roma’nın esir sürüleri gibi bin bir mihnet ve cefa altında, bin türlü mahrumiyetle ruhları ve suratları ekşimiş, içkiden, açlıktan bütün insanî faziletlerini kaybetmiş Avrupa proleteryasının sefalet ve felaketinden Türkiye’de eser görülmüyordu. Türkiye’de işçiler birer devlet memuru idi ve yüreklerinde bir devlet memurunun haysiyetini, vekârını, mesuliyetini taşıyorlardı. Başlarında patron diye bir bela yoktu. Kimsenin esiri değildiler. Yalnız memleketin hizmetçisi olduklarını ve alınlarından akan terin vatan topraklarına bereket getirici bir rahmet gibi yağdığını biliyorlardı. Onun için, her biri, insana, harb safhalarındaki neferler gibi birer kahraman heybetinde görünüyorlardı.
Bu da yine Yakup Kadri’nin de dahil olduğu Kadro yazarlarının Türk devrimine atfettikleri (ve Onuncu Yıl Marşı’nın sözlerinde de geçen), “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olma hayalinin yansıması olan bir pasaj. Bunun siyasi analizi çokça yapılmıştır, nitekim Kadro’daki yazıları birincil kaynak olarak daha önemli, ama bu konunun Yakup Kadri’nin edebiyatını nasıl etkilediğine dair güzel bir örnek. Yakup Kadri’nin romancı ve oyun yazarı Neşet Sabit’i kendisine benzettiğini de düşünürsek, bu gözlemi Neşet Sabit’e yaptırması da önemli bir nokta.
Neşet Sabit, bundan birkaç yıl evvel çıkan bir romanında, biraz da bu keyfiyet temas eden bir tezi müdafaa etmekte idi. Bu teze göre, yeni insan, eski insan gibi kendi eliyle kendine işkence yapmayacak kadar şuura ve hadiselerin tesirine esir yaşamayacak kadar hürriyet ermiştir. Eski insanın çektiği ıstırapların büyük bir kısmı bizzat kendi icat ve ihtiraıdır. […]
Napoleon Bonaparte, istediği vakit ve istediği kadar uyku uyurmuş. Neşet Sabit’e göre insan bu iradesini ahlâk ve maneviyat sahasında da pekâlâ tatbik edebilir. Düşüncelerini, duygularını istediği istikamete çevirmekte aynı derecede muhtar olmalıdır. Ve bir kötü fikri ya da bir gönül azabını zonklayan bir çürük diş gibi söküp atmalıdır.
[…] Her şey, akıl ve irade işidir. Nasıl ki, iptidaî insan zekâ ve bilgi sayesinde tabiat kuvvetlerini kendine râm kılmasını bilen insan demekti; öylece, yeni insan […]
Bu pasajı dönemin devrim ruhunda baskın pozitivizmin bir tezahürü olduğu için, ve psikoloji ve psikiyatrinin gelişim tarihi açısından ilginç buldum. Yakup Kadri’nin ideal dünyasında insan kendi ruhuna da doğaya söz geçirir gibi üstünlük kurabiliyor. Bugün evrimsel psikoloji gerekçe gösterilerek iddia edilen pek çok siyasi tartışmayla da ilintilenebilecek, dikkat çekici bir pasaj.
“[…] Bir defa Yıldız Hanım, benim içinde büyüdüğüm, tahsilimi yaptığım, gözümü açıp kendimi bildiğim devirlere ait hiçbir şey hatırlamıyor. Ne fese, ne kafese, ne peçeye dair bir fikri var. Ne eski harfleri biliyor. Altının, gümüşün bir mübadele vasıtası olduğu devrin hikayeelri ise, ona, birer tarih öncesi masalları gibi geliyor. Padişahlı, halifeli bir memleket nasıl olur, diye sorsan, Harun Reşit zamanında Bağdat gibi değil mi? diyor. Zaman iki insanı, birbirinden daha ne türlü ayırabilir?”
Bu konuşmayı görür görmez, geçen gün okuduğum bir tivit aklıma geliverdi:
ismet paşa yaptıkları devrimin mutluluğunu 40 yıl sonra yaşıyor pic.twitter.com/zJhkzB4512
— hurriyeticin (@hurriyeticin) 1 Kasım 2024
Harf devrimi gibi, eski nesilleri alıştırmanın zorluğu ve yeni nesillere kabul ettirecek siyasi istikrar ve kararlılık olmadan becerilemeyecek bir başarı, Yakup Kadri’nin ütopyasında yer almış. Belki de Türk devriminin en başarılı, en kalıcı bu reformu, ve Yakup Kadri’nin ütopyasının günümüze en yaklaştığı yöndür. Ki İnönü’nün bu devrimin kalıcı başarısını görebilmesi de, tatlı bir tarihi detay.
Ankara’yı edebi teknikler, dilin akıcılığı ve yaratıcılığı açısından ne ahım şahım, ne de eksik buldum. Şüphesiz ki Ankara hatırımda kurgusuyla değil, Yakup Kadri’nin roman üzerinden Türk devrimine ve gidişatına ilişkin söylemek istedikleriyle kalacak.